yozgat blues ve türk sinemasının taşraya bakışı… 13/04/2013 § Yorum yapın Sinemada bir yerli film izlemeye
yozgat blues ve türk sinemasının taşraya bakışı…
13/04/2013 § Yorum yapın
Sinemada bir yerli film izlemeyeli epey oluyor. En son İlksen Başarır’ın Atlıkarınca’sının film ekibinin katılımıyla Levent’te gerçekleşen gösterimine katılmıştım. Festival kapıyı çalınca, hem ismi çok şey vadettiği için hem arada bir tane de yerli olsun diye Yozgat Blues filminin galasına bilet aldım. Gala dün gece Atlas Sineması’nda yapıldı. Bu öyle filmlerden ki; daha bitmeden insanın içinde“dur ben şuna bi’ yazı döşeneyim” duygusu uyandırıyor. Ne var ki, eve dönünce Fenerbahçe’nin Lazio galibiyetinin sarhoşluğuyla bu iştihamı kaybettim. Fakat şimdi filmden sonraki soru-cevap bölümünde izleyicilerin yönelttiği ve yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’un geçiştirdiği yalnız şu iki sorunun cevabını Türk sinemasının taşraya bakışı çerçevesinde cevaplamak isterim:
1. Neden Yozgat? 2. Taşrada insanlar çok mu mutsuz?
Spoiler içermez.
Neden Yozgat?
Bu soru aslında pek ciddiyetle sorulmamıştı. Daha çok Cem Yılmaz’ın “Neden mizah?” sorusuna verdiği alaylı cevaba gönderme olarak sorulmuştu. Fakat yönetmen gayet ciddi cevapladı: “Türkiye’nin ortasında olduğu için… Bir de Yozgat’ta aradığımız mimariyi bulduğumuz için…” Sanırım yalnız Türkiye’nin ortasında olduğu için deseydi bunu hoş bir cevap olarak kabul eder bu konuyu pek kurcalamazdım. Fakat mimarisinden dolayı Yozgat’ı ideal bir çekim mekanı olarak göstermekte çok açık bir samimiyetsizlik var. Düşünün ki, filmin afişinde bile kullanılan Yozgat Saat Kulesi’nin tamamı kadraja yalnızca bir kez, o da bulanık olarak girdi. Filmdeki çekimlerin hemen tamamı Hitit Otel’in bir odası ile Yozgat’ın en çirkin binası olan Abide İşhanı’nın evsizlere mekan olmuş kullanılmayan bir katında geçiyor. Bunun için zannederim Yozgat’a kadar gitmeye gerek yoktu. Filmin adında ismi geçmese filmin Yozgat’ta çekildiğini anlamak imkansız.
Tabi ki, yönetmen hikayeye hizmet etmediği yahut sinematografik açıdan gerekli olmadığı takdirde Yozgat’ın “doğal ve tarihi güzelliklerini” filme almak zorunda değil ve kabul etmeli ki yönetmen buna niyetlenmiş olsa bile Yozgat çok da plastik bir şehir değil. Aslında geçen yıllarda Chanel N°5′in Audrey Tautou’nun oynadığı meşhur reklam filmini çekmek için İstanbul’u seçen ünlü Fransız yönetmen Jean Pierre Jeunet de aynı soru yani “Neden İstanbul?” sorusu karşısında İstanbul’un her zaman grafik bir şehir olmadığını, çok çekim mekanı aramak zorunda kaldıklarını, mesela Boğaz’da çekim yaparken koca tankerlerin arasında kaldıklarını ve bunu yönetmenin çok zor olduğunu söylemiş (bkz.video) ve İstanbul’un bile güzel görüntüler almak için yönetmenleri ve bilhassa sanat yönetmenlerini zorladığını anlatmıştı. Ancak bu filmdeki sorun, Yozgat’ta karşılaşılan böylesi güçlükler ya da Yozgat manzarasının yetersizliği değil. Zaten çekilmek istense Yozgat’ta da, hem yalnız makyajlı yerlerinde değil kenar mahallelerinde de, her türlü film için çok güzel mizansenler yakalanabilir. Sorun yönetmenin böyle bir güzellik arayışı hiç olmadığı hatta tersine işhanı köşelerinde yakaladığı karelerden ibaret bir Yozgat portresi çizdiği halde, aradıkları mimariye sahip olduğu için Yozgat’ı seçtiklerini söylemesi…
Yozgat’ın seçilme nedeni filmin adında saklı: Yozgat Blues… Filmde çalan söylenen tek mezür blues yok, şarkıcı baş karakter chanson söylüyor. İstanbul’da çekilen her filmin adında İstanbul geçmediğine göre böylesi bir ad taşıyan filmin herhalde bir “Yozgat filmi” olmak iddiası da olmasına rağmen filmde Yozgat da pek az görünüyor. Peki niçin filmin adı Yozgat Blues? Galiba bu isim Benito Zambrano’nun Habana Blues filminden mülhem… Tabi, Yozgat ile Blues kelimelerinin yanyana getirilmesinde, Havana ile Blues’un birlikte anılmasından daha farklı bir beklenti var. Mizahi bir beklenti… Bu, mizahın hangi türüdür?: İroni? Sarkazm? Burlesk? İstihza? Hiciv? Kinaye? Anarşik komedi? Kara mizah? Ya da ne bileyim Hüseyin Rahmi türü bir mizah ya da Aziz Nesin türü bir mizah mı? Film hiç şüphesiz, başta Zaytung ve daha sonra Uykusuz Dergisinin yarattığı ve Leyla ile Mecnun dizisinde de kullanılan Yozgat stereotipinin ekmeğini yemeye çalışıyor. Fakat doğrusu Zaytung editörleri ve karikatürist Umut Sarıkaya, Yozgat’ın sıradanlığını ve unutulmuşluğunu Yozgatlıları da güldüren tarzda ince ve samimi şekilde işliyorlar. (Bkz. ör.1, ör.2, ör.3, ör.4) Oysa bu filme, yukarıdan bakan ve daha ucuz bir ironi hakim; kullanılan mizahın “tonu”, Borat’ın “Kazakistan” ismini komik bulması gibi kaba… Leyla ile Mecnun’un gerçekten rafine bir mizah anlayışıyla çekilen Yozgat’ta geçen bölümünde Citizen Kane filmindeki “Rosebud”ın “Yozgat” ile karıştırılması komiktir; “Yozgat Blues” değil.
Bu arada, “Neden Yozgat?” sorusunun cevabı “Yozgatlıyım” ya da hiç değilse “Babam Yozgatlı” da olabilirdi. Bildiğimiz kadarıyla öyle çünkü… Ama herhalde yönetmen, filme aldığı tiplerle hemşehri çıkmak istemediğinden bunu hiç bir yerde söylemedi.
Taşrada insanlar çok mu mutsuz?
Seyircilerden biri bu soruyu gerçekten “acıyan” bir tonda sordu. Çünkü film şehir hakkında gerçekten böylesi zalim bir hüküm vermişti. Hiç bir hayat ışığının olmadığı, insanların can sıkıntısı ve mutsuzluk içinde sıkışıp kaldığı ve yabancı bir “kaybeden”in düşe düşe varacağı çukurdu filmin Yozgat’ı… Bir Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele’de memleketine yaklaşırken duyduğu ve seyirciye de sirayet ettirdiği sempatinin zerresi bu filmde yoktu. Tabi Yakup Kadri’nin Yaban’da yaptığı gibi bu sevimsiz Anadolu tasvirleri ”…bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın…” gibi bir açıklamaya da bağlanmıyor, baş karakter “Yozgat da bile” kaybederek yani Yozgat yalnız bir “çarpan” olarak kullanılarak film noktalanıyordu.
Türk sinemacısının taşraya bakışını evvelden beri sorunlu bulduğum için bu soruya da kendi cevabımı vereyim: Evvela Yozgat nasıl bir yer? Yozgat, ne eksiği ne fazlası, kendine ait çok sınırlı bir gündemi olan ve bunun dışında ülkenin geri kalanı gibi İstanbul ve Ankara’nın gündemiyle meşgul, nüfusunun üçte birinin her memur ataması döneminde değiştiği ve geri kalanların günlerin getirdiğine kanaat etmesini bildiği, çocukları hava durumu bültenlerinde şehrin adı geçince bile sevinecek kadar unutulmuş, fakat kendi unutulmuşluğunu alaya alabilecek kadar da kendiyle barışık ve mesut, kısaca kendi halinde küçük bir Orta Anadolu şehri. İnternette tesadüf ettiğim kamera arkası fotoğraflarından anladığım kadarıyla, filmin şehrin tanıtımına katkısı olacak diye oldukça sevinmiş ve film ekibini de güzelce ağırlamışlar. Zannederim şimdi filmi izleyince biraz kırılacaklar. Ve ne yazık ki senaristler bunu “taşralı alınganlığı”na bağlayacak.
Türk sinemacısı genelde Türk toplumuna yabancıdır. Bir kısmı güya toplumcu gerçekçi olarak gerçeği daha köşeli olan kendi gerçeğiyle değiştirir ve bunun üzerinden ya çok haksız bir toplum eleştirisine girişir ya da ajistasyona başlar. Mesela bu festivalde izlediğim çok güzel bir “gerçekçi” film olan Boşluğu Doldurmak (Lemale et ha’halal) ya da yine festival kapsamında yer alan ve daha bir ay önce Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı’yla dönen Çocuk Pozu (Pozitia copilului) gibi, toplumu yargılayacağım diye gerçeği karikatürize etmeyen bir gerçekçiliği bizim yönetmenler hiç bir vakit yakalayamamıştır. İkinci kısım ise kendi insanına oryantalist bir gözlükle ve mutlaka yukarıdan bir yerden bakar; Anadolu’ya adeta safariye çıkar gibi çıkar. Commedia all’italiana‘nın İtalyan toplumunu ve bilhassa Sicilyalıları kendi aksayan yanlarıyla kabul eden müsamahası; bir Pietro Germi’nin ya da Giuseppe Tornatore’nin kendini de severek o toplumun bir parçası kılan gönlügenişliği bu zevatta yoktur.
Beni en çok şaşırtan senaristlerin o kadar senaryo geliştirme desteği almış olmalarına rağmen bu denli şehre yabancı oluşları… Gerçekten tanımıyorlar mı, yoksa tanımamazlıktan mı geliyorlar? Bakınız, filmin Yozgat’ı iki renk taşıyor: Muhafazakarlık ve sefalet… Belki Yozgat gerçekten muhafazakar ve sefildir; ancak filmde yansıtılan şekilde değil. Öncelikle Yozgat’taki tipik Anadolu muhafazakarlığı, filmde İslamcı muhafazakarlığı ile yer değiştirmiş: Karşı cinsle ancak aracı ile konuşulması, genç kızların hemen tamamının kapalı olması vs… Sonra İstanbul’dan gelen yabancılar, kahveye terziye giriyor, fonda hep üçüncü sınıf bir ilahi kaydı… Bunlar sanat yönetmeninin dükkanların önünde top top mavi taharet ibrikleri sarkması gibi bazı kaba mizansenleri ile destekleniyor. Fakat Yozgat’a böyle kaba bir kimlik biçen yazım ekibi, baş karakter Yavuz’u Yozgat’a -herhalde ismini çok aradıkları- Delila (!) isimli bir içkili aile lokantasına sahneye çıkmaya gönderirken, Yozgat’ta içkili aile lokantası olmadığını bilmiyor. Ya da eskiden kadın berberi olan Sabri’ye film boyunca bir kadın berberi dükkanı açmak hayali kurdururken; acaba Yozgat’ta bir tanecik erkek kadın berberi var mı diye araştırmıyor. Öte yandan Yozgat’ta haremlik selamlığın pek olmadığını ve “blues ve şansondan anlamayan” Yozgatlıların gösterdikleri gibi gündüz ilahi gece arabesk yerine çarşıda pazarda daha çok türkü, ne bileyim Neşet Ertaş ve tabi herkes gibi popüler şarkılar dinlediğini ıskalıyor.
Film ekibinin şehre yabancılığının timsali ise; Pseudo-entellektüel Kamil karakteri… Gülünmesi için seyircinin önüne atılmış, gerçekten sanatla iştigal ettiğine inanan ve İbrahim Sadri-vari şiir dinletileri yapan bir yerel radyocu… Südo Kamil’e aşinayız, ama Yozgat’tan değil. Kanal 7′yi, Tvnet’i ya da ne bileyim TV 24′ü açın çokça alkışlanan bir Südo Kamil’e günün her saati rastlayabilirsiniz. Belki bir gün içlerinden biri bir film bile çeker…
P.S. Yozgatlıyım, doğruyum, çalışkanım. 🙂
P.S. II Âdet olduğu üzere filmi puanlamayı da ihmal etmeyeyim. Yukarıda bahsettiğim meselenin dışında filmin teknik bir çok kusuru var. Sonra oyunculuklar zayıf. Bizim oyuncular ne zaman anlayacaklar bilmiyorum: Tutuk bir karakteri oynamak başka, tutuk oynamak başka… Puanım: 3★/10✰