AnasayfaSevdiğim Yazılar

HANGİ GERÇEK- Yaşar Nabi Nayır

HANGİ GERÇEK- Yaşar Nabi Nayır   Tanınmış Fransız romancılarından Felicien Marceau, Varlık'ta da çevirisi yayınlanan bir yazısında

EDEBİYAT ÖĞRETİMİ- Yaşar Nabi Nayır
18 MART ÇANAKKALE ZAFERİ (Recai Kapusuzoğlu)
ŞİİRDE SADELİK- Behçet Necatigil

HANGİ GERÇEK- Yaşar Nabi Nayır

 

Tanınmış Fransız romancılarından Felicien Marceau, Varlık’ta da çevirisi yayınlanan bir yazısında diyordu ki: "Gerçek niteliğini romana uygulamak bana romanı olması gerekenden başka bir yola çevirmek gibi geliyor.» Sonra da ekliyordu: "Tabii herkes romanı sevmemekte, tarih, otobiyografya ya da röportajı ona tercih etmekte serbesttir. Ama birinin niteliğini ötekinden de istemeye kalkmamak şartıyla.»

 

Öte yandan Somerset Maugham da bakın ne diyor: « Baki kalan gerçektir. Her şeyde olduğu gibi yazıda da güzellik geçicidir. Onun için eserlerimde hep gerçeğe sadık kalırım. Ancak bu sayededir ki, bir eser yıllar, hatta yüzyıllar boyunca güzelliğini kaybetmez.»

 

Maurois, bu konuda düşüncelerini şöyle özetler:

"Ben bir yazarın ahlakçı ya da ahlaksızlıkçı olmasını değil, doğruyu söylemesini şart sayarım. Çünkü in sanlar dünya hakkındaki görüşlerinden büyük bir kısmını sanat eserlerinden edinirler.»

Böyle çelişik düşüncelerden örnekler, istenirse, alabildiğine çoğaltılabilir.

 

Acaba bir yandan Marceau, öte yandan Maugham’ la Maurois, edebiyatta gerçekçilik (realizm) konusun¬da taban tabana zıt kanıları mı temsil ediyorlar? Hiç sanmıyorum. İstanbul’daki bir toplantıda «romanlarınızdaki kişiler aynen hayattan mı alınmıştır?» sorusuna, « Hayır, hepsi düşseldir» cevabını vermişti Maugham. Demek ki bu düşsel kişilere yaşattığı düşsel olaylarda gerçeğe hizmet ettiğine inanıyor. Maurois da, otobiyografileri bir yana bırakılırsa, romanlardaki kişileri, hayatta benzerleri bulunsa bile çok değiştirdiğini, dolayısıyla eserlerinde düşün payı büyük olduğunu saklamaz.

 

Demek bu üç yazar arasındaki, daha doğrusu edebiyatta gerçekçilik konusu üzerinde yapılan çoğu tartışmalarda taraflar arasındaki asıl anlaşmazlık «gerçek»e verilen anlamda belirmektedir.

 

Edebiyatçının doğruyu söylemesi, gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalması gerektiğini söyleyenler elbette ki, onun roman ya da hikaye adı altında bir takım röportajlar yazmasını istiyor değillerdir.

 

Öyle romancılar görürsünüz ki; eserlerinde anlattıklarının okuyucuyu inandırmadığını söylediğiniz zaman kendilerini savunmak için size orada geçen olayı hiç değişiklik yapmadan hayattan ya da bir gazete havadisinden aldıklarını söylerler. Oysa düşünmezler ki bir olayın hayatta aynen geçmiş olması bizde gerçek duygusunu uyandırmaya yetmez. Onun hayattan aldığım dediği sadece olaydır, yani romanının şemasıdır, taslağıdır. Bir romanın iki üç yüz sayfasında anlattıklarını kelime kelime hayattan kopya etmiş olamayacağına göre elbette ki kendinden, hayalinden pek çok şey eklemiştir ona. İşte o gerçek olayın bize «olacak şey değil» dedirtmesine, yaşamış kişilerin ipleri romancının elinde birer kukla gibi görünmelerine sebep romancının gerçek olaya kattığı ayrıntıların gerçeklik duygusu bakımından büyük bir değer taşımamasıdır.

 

Karamazov Kardeşler romanının yaratıcısı Dostoyevski de Paul ile Virginie romanını yazan Bernardin de Saint Pierre kadar, eserlerinde gerçekten uzaklaşır. Hepsi hasta ruhlu, ateşli, sebepsiz yere acı çeken insanları Dante’nin cehenneminde günahları yüzünden buluşmuş kişiler gibi yan yana getirir romanlarında. Bu kadar gerçeğe aykırılık karşısında isyan edecek gibi olursunuz, ama edemezsiniz. Çünkü, üzerinizde gerçeğe aykırılık bakımından hiç bir tepki uyandırmamış nice nice romancılardan kat kat fazla gerçek duygusunu verdiğini, insanlık macerasını size adeta elle tutacak kadar yakından duyurduğunu kişilerinin o olmayacak maceralarına ilgileri çekip sürüklediğini, sizi onlara inandırdığını görürsünüz. Realist okulun nice ünlü romanlarındaki kahramanlar üzerinizde hiç bir iz bırakmadan silinip gitmişlerdir de. Dostoyevski’nin kişilerini hayatınıza karışmış, sizden birer parça olmuş, maceraları bir zamanlar yüreğinizi derinden sızlatmış insanlar gibi hatırlarsınız.

 

Hatta, daha da ileri giderek Edgar A. Poe’nun, insanlık macerasını fizik dünyamızın dışına çıkaran, yeryüzünde geçmesi imkansız olaylar içinde haşır neşir olan kişilerinin de okurken bizi adeta hasta edecek kadar doğruluklarına inandırdıkları için öyle sanıldığı kadar gerçekten uzak olmadıklarını söyleyeceğim.

 

Tabiatıyla Edgar A. Poe’nun gerçekçi okulu temsil ettiğini söyleyecek değilim, ama gerçekçi sıfatını haksız yere benimsemiş nice yazarların kukla kişileri yanında, onun kişilerinin daha canlı, daha inanılır olduklarını söyleyeceğim.

 

Emile Zola’nın  ilmi metotla hayattan kopya edilmiş, doğru olması için pek çok belge ile güçlendirilmiş kişilerinden çoğu hatta Poe’nun düşsel kahramanları kadar bile inanılır değillerdir, çünkü bitmez tükenmek bilmez bir laf ebeliği içinde bütün gerçeklerini kaybedip uydurma kişiler haline gelmekten kurtulamaz, romancının içinde yaşamamış, kendileriyle beraber romancıya acı çektirmemiş, hatta onu belki de anlamsız hayatlarıyla bezdirmiş olduklarını bize her an duyururlar.

 

Bu gerçekçilik konusu siyasal tutkuların edebiyat alanına da el atmasından beri büsbütün karıştırılmış, adeta içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir. Edebiyatın mutlaka bir davanın emrinde olmasını isteyenler, çağımız sanatının benimsediği gerçekçiliği de yeter bulmamış, aktif realizm, ya da sosyalist realizm diye bir tuhaflık icat etmiştir. Bir eserin gerçeğe uyması da yeter görülmez, yalnız belli bir davaya hizmet edecek gerçekleri ele alması ya da gerçekleri bu hizmeti görecek şekle sokması istenir romancıdan. Yaratılan eserin inanma duygumuzu doyurup doyurmadığına bakmazlar hiç. Sınıf çelişkileri yeteri kadar belirtilmiş, sömürülme duygusu uyandırılmışsa, o roman gerçeğe hatta hiç benzemese, kişilerin topu birden ıkla kılığında dışarı çıkamasa da gerçekçi sayılır. Sanat dışı görüşlerin ürünü olan böyle bir gerçekçilik anlayışı konumuzun büsbütün dışında kalır.

 

Hepimizin belleğinde, ömrümüz boyunca tanık olduğumuz bir yığın gerçek kırıntıları birikmiştir. Romancı, hayattan belli bir olayı, belli kişileri almadan sadece toplama, birleştirme ve yaratma gücüne dayanarak, içinden çıkardığı bu gerçek parçalarını -tıpkı kesilmiş resimlerle oynayan çocuklar gibi- bir araya getirerek ondan, inanma duygumuza aykırı düşmeyen bir bütün meydana getirebilirse gerçekçi bir roman yazmış demektir. Bu işi yaparken, düş gücünü kullanmış, romanında yaşayan kişileri, kafasının içinde uzun uzun evirip çevirip onlara biçim vermiş olması bir sakınca sayılmaz.

 

Şu halde romancının bizim aradığımız gerçek romanı yazması için ilkin insanlık macerasına çok yakın bir ilgisi bulunması, insanları sevmesi, onlar üzerinde devamlı düşünmesi, sonra da, belleğinde birikmiş kırıntıları bir bütün haline getirecek kadar düş gücüne sahip olması, o bütünü, okuyucuları sarıp sürükleyecek mükemmel bir roman haline koyabilecek kadar da yazmasını bilmesi şarttır.