Neşati’nin Gazelini Tahmis- Yahya Kemal Beyatlı Ye’se garketti felek külbe-i ahzânı bile Ateşim geçti cehenne
Neşati’nin Gazelini Tahmis- Yahya Kemal Beyatlı
Ye’se garketti felek külbe-i ahzânı bile
Ateşim geçti cehennemdeki nîrânı bile
Cûş edüp söndüremez gözyaşı tûfânı bile
Gittin ammâ ki kodun hasret ila cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile
Düşde gördüm gece endâmını pîrâhensiz
Nûrdan rûh-ı mussaffâ idi gûyâ tensiz
Gam değil kalsa da iklîm-i çemen gülşensiz
Devr-i meclis bana girdâb-ı belâdır sensiz
Meyi zehrâb-ı sitem sâgar-ı gerdânı bile
Sanırım çarh siyâh atlasa yer yer bürünür
Âh edüp bâd-ı seher yollara düşmüş sürünür
Ne mükedder çıkılır seyre ne mahzun yürünür
Bâğa sensiz varamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handân-ı değil sevr-i haramânı bile
Mihr ü mâhımdı bu alemde huzûrun dahi dün
Gittin eyvâh cihan zulmete gark oldu bugün
Küskünüm tâli-’i nâsâze gönülden küskün
Sineden derd ile bir âh edeyim kim dönsün
Aksine çarh-ı felek mihr-i dırahşânı bile
Şeb-i yeldâda görünsün mü vücûdun bana tayf
Geçse eyyâm-ı şitâ gelse bahâr olsa da sayf
Güle bakmak ele câm almak için kalmadı keyf
Hâr-ı fırkatle Neşâtî-i hazînin vâhayf
Dâmen-î ülfeti çâkoldu girî bânı bile
Yahya Kemal BEYATLI
(Eski Şiirin Rüzgâriyle)
TAHMİS NEDİR?
Bu şiirin her bendinde ilk üç dize Yahya Kemal'e, koyu yazılmış beyitler ise 17. Yy. Divan şairi Neşati’ye aittir. Yani bir tahmistir.
Tahmis, herhangi bir şeyi beşleme veya beş kat yapma manasına gelir. Terim olarak Divan Edebiyatı'nda her hangi bir şairin bir gazelinin her beyitine üçer mısra ekleyerek beşer mısralı kıtalar haline getirmeye denir. Daha çok önceden yazılmış, her hangi bir şairin gazeli tahmis haline getirilir.
Divan Edebiyatı'nda çok rağbet gören tahmis, yapısını değiştirdiği gazele, ses bakımından zengin bir ahenk, mana bakımından da belli bir derinlik kazandırabildiği oranda değer kazanır. Eğer tahmis edilen gazele eklenen beyitler, ahenk ve mana bakımından gazelin asıl beyitlerinden zayıf kalırsa, başarılı bir tahmis meydana getirilmiş sayılamaz.
GAMZE DEMİREL- NEŞÂTÎ’NİN “BİLE” REDİFLİ GAZELİ ÜZERİNDE BİR TAHLİL DENEMESİ
Adından daha çok gazel şairi olarak söz ettiren “Neşâtî, “, anlamın sözden üstün tutulduğu, anlam derinliğinin ve insanın hayal dünyasının son derece önem kazandığı bir üslup yenilenmesi olan “Sebk-i Hindî”nin 17.yüzyıldaki temsilcilerinden biridir.
Bu gazelde de Sebk-i Hindî etkisi görülmektedir. Bu etkinin bir sonucu olarak hayal inceliğinin, anlam derinliğinin, zincirleme tamlamaların (mey-i zehr-âb-ı sitem….gibi) v.b. hususların dikkat çektiği görülmektedir. Neşâtî “Oldukça derin ve geniş bir hayal gücüne sahiptir; iç dünyası anlamlar hazinesine benzer. Mevlevî bir şair olduğu söylenmektedir. Şiirlerinde bu etki fazla görülmemekle birlikte yetişmesinde bu çevrenin etkisinin olmadığını düşünmek yanlış olur,” ( ÜNVER; 1986: 17).
Neşâtî’nin “bile” redifli gazelinin 18. yüzyılın başarılı şairi Nedim ve Yahya Kemal Beyatlı tarafından tahmis edildiği bilinmektedir. Yine Sadettin Nüzhet, Neşâtî’nin bu gazelinin Süleyman Ârif (öl.1769) tarafından müseddes haline getirildiğini söyler,” (ÜNVER; 1986: 35) Bu gazel Riyâzî’nin gazeline naziredir. Bütün bunlar Neşâtî’nin döneminde sevilen ve beğenilen bir şair olduğunu göstermektedir.
Gazel birbiriyle anlam bütünlüğü içerisindeki beş beyitten oluşmuş “yek-âhenk” bir gazeldir. Dolayısıyla beyitler dikkatle incelendiğinde yalnızca vezin ve kafiye bütünlüğünün değil aynı zamanda anlam bütünlüğünün de sağlandığı dikkati çeker.
Şiirin veznine baktığımızda birinci beytin ilk tef’ilesi “Fâ i lâ tün”, son tef‘ilesi “Fe i lün”, ikinci mısraın birinci tef‘ilesi “Fâ‘ i lâ tün”, sonu ise “Fa‘lün” biçiminde bitmektedir. İlk tef’îlenin “Fâ‘i lâ tün” ve son tef’îlenin “Fa‘lün” şeklinde değiştirilerek kullanılması dikkat çekicidir. Aynı durum, gazelin diğer beyitleri için de söz konusudur.
Vezindeki bu değişmeler, ayrılık neticesinde şairin ruhunda görülen çalkantıların dış yapıya yansıyışı biçiminde düşünülebilir. Bu değişiklikler kalıba canlılık ve kolaylık getirdiği gibi kalıptan dört ayrı şekilde yararlanılmasını da sağlamıştır. Gazelin tümüne hâkim olan mükemmellik veznine de yansımıştır denilebilir. Şiire ahenk unsurunu katan ve Türkçenin kısa hece özelliğini de karşılayan bu kalıp edebiyatımızdaki her türlü nazım şeklinde, özellikle kaside, gazel ve kıtalarda sıkça kullanılmıştır.
Birinci beyitte şair, ayrılığın kendi iç dünyasında oluşturduğu ruhî çöküntünün boyutunu verirken, birinci beytin ikinci mısrasından itibaren ve ikinci, üçüncü, dördüncü beyitlerde bu çöküntünün boyutunun kademe kademe arttığını, son beyitte de artık cinnet aşamasına geldiğini, kendini kaybettiğini anlatmaktadır. Çevreden kaçış, ben (iç dünya)e sığınış ve sonra benden de kaçış dikkat çeker. Âşık “ben”in de ötesine kaçmaktadır. Zaten “gird-âb” sözü ile görünmeyen, ancak hissedilen kayboluşu, yok oluşu ve kaçışı anlatır.
Gazele, “gitmek” fiili ile başlanması, şairin psikolojisini bu denli etkileyen ayrılığın başlangıcını vermesi ve bu yöndeki vurguyu arttırması açısından oldukça dikkat çekicidir. Onun ruhundaki derin yaralar, sevgilinin gidişi ve onu yalnızlığa terk edişi ile birlikte başlamıştır. Mevsim bahar, vakit gecedir; mekân ise bahar mevsiminde meclislerin kurulduğu bahçelerdir. Bu meclisin mumu olan sevgili gitmiştir, yani meclisin mumu sönmüştür. Mumun sönüşü ve vaktin gece oluşu karanlık bir ortamı çağrıştırdığı gibi şairin iç dünyasındaki karamsarlığın rengini ve boyutunu da ortaya koymaktadır.
Gidiş (ayrılık-hasret) merkez noktadır. Diğer beyitler bu noktadan hareketle vücuda getirilmiştir. Dost, insanın sıkı muhabbetle bağlı olduğu, derdini paylaştığı, sevdiği, güvendiği kimselerdir. Ancak sevgili dostlardan bile üstündür. O olmadan dost meclislerinin hiçbir anlamı yoktur ve öyle ki onsuz olan dost meclislerinde kurulan meclis halkası şaire girdabı hatırlatmaktadır. Bu hatırlatış hem girdabın şekli, hem de girdaba kapılanların yok oluşu biçimindedir. Şairin ıztırapla kıvranan ruhu, meclis halkasını girdâb olarak tahayyül etmesine neden olur. Dairevî bir şekilde kurulan mecliste, en itibarlı kişiden başlanarak elden ele dolaştırılan şarap kadehi ise onun için artık zulmün zehirli şarabı gibidir.
Sitemin sözlük anlamı “zulüm, haksızlık, eziyet, çıkışma” dır. Eskiden zevk alınan bu dost meclislerinde sunulan şaraplar insana doyulmaz zevkleri bahşederken, sevgilinin gidişi ile birlikte bu meclisler girdâp, elden ele dolaşarak dönen kadeh ise zulüm ve haksızlığın zehirli şarabı gibi gelmektedir. Kadeh kelimesi şu anlamıyla da düşünülebilir:
Kadeh, Divan şiirinde şekli ve rengi itibariyle genellikle sevgilinin ağzı için benzetme unsurudur. Ayrıca keyfiyet yönünden düşünüldüğü zaman ağızla olan benzerliği daha can alıcı olur. Sevgilinin ağzından çıkan her söz ve aşığa vereceği her bûse ona can bahşeder; âbıhayât gibidir. İnsanı şarabın yaptığı etkiden daha fazla sarhoş eder. Sevgilinin dudağından dökülen kötü sözler ya da beyitle ilgili olarak ayrılık haberi aşığın gönlünü yaralar, ona acı verir. Verdiği acı, şarabın acılığından daha şiddetlidir.
Şair dost meclislerinden ve orada sunulan şaraptan zevk almadığı gibi bu meclislerin kurulduğu bağa bile bakamamaktadır. Çünkü bu bağ gözüne ateş gibi görünmektedir. Böylece bu gidiş neticesindeki ruh değişimini ve ıztırabının basamak basamak artışını her bir beyitte açıkça hissediyoruz. Bağın gözüne ateş gibi görünmesi şu açılardan değerlendirilebilir: Bağdaki güller renk olarak ateşi hatırlatır. Çünkü bahar mevsiminde bağın büyük bir bölümüne güller hâkim olur. Diğer açıdan sevgiliye ait güzellik unsurlarından çoğu bağlarda bulunan özelliklerdir. Âşık bağa her bakışında sevgiliye ait özellikleri görür. Âşığın, baktığı her şeyde sevgiliyi görmesi, sevgili ile bütünleştiğinin, ulvî aşkın ve bu büyük aşk neticesindeki ruh halinin çarpıcı ifadelerinden biridir. Âşık yavaş yavaş aklî dengesini kaybetme noktasına gelmiştir. Artık kendisini mutlu eden her şeyden bir bir kopmaya başlamıştır. Önceden mutluluk veren şeyler şimdi acı vermektedir. Depresif bir ruh haline doğru kademe kademe kayış söz konusudur.
Şair sıkıntısının boyutlarını, ruhundaki çalkantıları basamak basamak verirken aslında dost meclislerini, orada bulunanları, meclisin şeklini, nerede ve ne zaman kurulduğunu da tasvir etmektedir.
Bahar mevsimi, hemen hemen tüm şairlere, yeniden bir dirilişi hatırlatırken, bu ayrılık neticesinde âşık için tam tersine yok oluşun başlangıcını ifade eder. Denizde meydana gelen gelgitler nasıl ki girdabın oluşumunda etkiliyse sevgilinin gidişinin ıztırabı, gönle vurduğu darbeler ve ruhta açtığı derin yaralar da tıpkı yok oluşu hatırlatan girdaplar gibi onun sonunu hazırlamaktadır. Âşığın artık dayanacak gücü kalmamıştır ve ayrılık ateşi ile yanan gönlünden öyle bir âh çekecektir ki, bu âh ile feleğin devri ve hatta parlayan güneşi bile tersine dönecektir. Feleğin ve güneşin tersine dönmesini istemesi, kıyametin kopuşunu istemesi ile paralellik gösterir. Kıyametin kopmasını, dünyanın sonunun gelmesini istemektedir çünkü hayatının anlamı olan sevgili artık yoktur. Âşık üzgündür. Üzüntü “ Bir kimsenin bir şeyden yoksun bırakılması ya da bir kayba uğraması ve yoksun bırakıldığı ya da kaybettiği şeylerden ötürü kolay teselli bulamaması durumunda kendini açığa vuran bir duygudur. Üzüntü de kişinin bir elem, yani güçsüzlük duygusunu ortadan kaldırarak kendine daha iyi bir durum sağlamak isteğinin tohumlarını içerir. Bu bakımdan öfke nöbetleriyle eşdeğerdir; ne var ki, başka nedenlerle ortaya çıkması bakımından daha değişik bir görünüm taşır, bir başka yol izler kendine. Ama her şeye karşın aynı üstünlük eğilimini kendinde barındırır. Öfke başkalarına karşı yönelik olup öfkeye kapılan kişiyi hemen bir yücelmişlik duygusuna ulaştırmak, düşmanı kişiyi ise yenilgiye uğratmak işlevini görürken, üzüntüde ilkin ruhsal mülkiyet bir sınırlandırmaya konu yapılır; ne var ki, bu sınırlandırma, kısa bir süre sonra ister istemez yine ruhsal mülkiyeti genişletme eylemine bırakır yerini. Çünkü üzülen kişi bir yücelme ve tatmin duygusuna ulaşmak için çaba harcamaya koyulur. Bu çaba, başlangıçta bir deşarj, bir başka biçimde olmakla beraber yine çevreye yönelik bir devinim kılığında açığa vurur kendini. Çünkü üzüntüye kapılmış kimse aslında davacı rolündedir, çevresine cephe almış bir tutumu sergiler. Her ne kadar üzüntünün insan yaşamında doğal bir yeri varsa da, aşırısı çevre için düşmanca ve zararlı öğeleri içerir,”(ADLER; 1998: 300).
Bütün bu söylenenlerden hareketle âşığın içinde bulunduğu durumu anlamak pek zor olmasa gerek.
Son beyitte ise kendisini “dertli” olarak nitelendiren Neşâtî’nin sevgi eteği, ayrılık dikeni ile yakasına kadar boydan boya yırtılmıştır. Sevgilinin gidişi ile üzüntüye gark olan gönlü hüzünlüdür, mahzundur. Sonunun ne olacağı konusunda kaygılıdır. Şair bu gidiş neticesinde ruhunda meydana gelen değişmeleri ve içine girdiği bunalımı, kullandığı fiillerde geniş zamanı tercih ederek de ortaya koymaya çalışmıştır. Geniş zaman, şimdiki zamanı ve gelecek zamanı da içerisine alır. Onun gidişi ile birlikte artık geniş zamana ait bütün unsurlar ve bu zamanda yapmayı planladığı her şey çok anlamsız gelmektedir. Artık âşık için ne şimdi, ne de gelecekte yapacakları önemlidir.
Gazelde üç yerde ( birinci, ikinci, üçüncü beyitlerde) geçen “sensiz” ifadesi “sevgili”nin odak noktası olduğunu ve geniş zamanın olumsuzluğunu veren “sız” eki ile de sevgilinin olmayışının, şimdi ve gelecekte ne kadar büyük olumsuzluklara yol açacağını göstermektedir. Böylece sevgilinin gidişiyle birlikte ruhunda kopan fırtınaları ve hayata bakışındaki olumsuz değişimleri gözler önüne sermektedir. Hayatta var olan her şey “sen ( sevgili)”e aittir ve “sen” her şeyin yöneldiği bir hedeftir. O varsa her şey vardır, o yoksa hiçbir şey yoktur. Ben’in sen ile bütünleştiğini görüyoruz. Bu noktadan hareket edildiğinde şiire tasavvufî bir boyut da kazandırabiliriz.
Gazelde “bile” edatı ile redif oluşturulmuştur. “Bile”lerin her biri üzerinde durmak gazelin açıklanması açısından önemlidir. Cânı bile, yârânı bile, v.b. ifadeler şairin acısının büyüklüğünü gösterir. Sen olmayınca dost meclisleri bile, o bile, bu bile beni teselli edemiyor, avutamıyor, benim tek tesellim sensin diyor ve sevgisinin dünyadaki bütün zevklerden ve hatta dünyadan (çünkü kıyametin kopmasını arzuluyor) bile daha üstün ve kıymetli olduğunu anlatmak istiyor.
Aynı zamanda gazelin tümüne hakim olan simetrik bir dairevî yapı dikkati çekmektedir. “Meclis, girdâp, devr, gerdân, âh, çarh-i felek v.b” kelimelerinin bir dairevî yapıyı gösterdiği doğrudur. Örneğin âhın gökyüzüne kıvrıla kıvrıla çıktığı bilinen bir husustur. Ayrıca eski yazıda âh (oI), elif ve güzel he (o) ile yazılır. Bu “he” harfinin şekli de dairevîdir. Etek (dâmen)in, elbise yakasının ve kadehin yuvarlak oldukları da unutulmamalıdır. Şair bu acıların verdiği sarhoşluk neticesinde iradesini yitirmektedir.
Şair, beyitlere hakim olan dairevî yapıyı “meclis, kadeh, etek v.b. kavramların yanında “bile” redifi ile de ortaya koymaya çalışır. Bu dönüşler şairin başını ve ruhunu döndürmekte, iradesini yitirmesine sebep olmaktadır.“Bile” kelimesinin bir anlamı da “umulmayan bir işin gerçekleşmesi”dir. Şair sevgilinin gittiği güne kadar dost meclislerinden bile zevk alamayacağını hiç düşünmemiştir. Bu gidişle birlikte hiç ummadığı şeyler (meclisten zevk almama, bağın gözüne ateş gibi görünmesi…v.b.) başına gelmiştir. “Bile” redifi gazelin tümüne armonik bir nitelik kazandırmış, “an” seslerinde ise kafiye yapılmıştır. “Bile” ruhtaki çalkantıları, dönüşleri vermektedir. Redifin sağladığı kavram ortaklığına ve çağrışım kolaylığına bu gazelde de başvurulduğu dikkat çeker.
Âşık öyle sıkıntılıdır ki vücudunda dolaşan zulmün zehri ile yok oluşa yaklaşmaktadır. Denizde nasıl ki gelgitler olur ve bunun neticesinde girdaplar oluşursa, gergin olan insanın kalp atışları da hızlanır ve ölümle mücadele eden kişi, tıpkı denizdeki dalgaların kabarıp geri çekilmesi gibi sık sık nefes alır, göğsünün iniş ve kalkışı ard arda olur. İşte âşık da sevgiliden ayrılmanın acısıyla kendisini âdeta ölüme yaklaşmış gibi hissetmektedir.
Şairler duygularını, düşüncelerini, üzüntülerini, tahayyül ve tasavvurlarını ortaya koyarken dış dünyada var olan malzemelerden de faydalanır. Meselâ; ayrılığın ruhta bıraktığı çalkantılar ile girdap arasında kurulan bağ gibi, o acılar neticesinde ruhunun nasıl kaybolup gittiği, tükendiği gibi.
Tasavvufta gül kesret, servi ise vahdettir. Eskiden servilere güllerin aşılandığı ve bu güllerin servilerin bütün gövdesini sardığı hatırlatılmış, üçüncü beyitte “gül-i handân” ifadesi kullanılarak kesretin vahdete olan galibiyetine de temas edilmiştir. Servi şekil olarak “elif” harfini hatırlatır, ebced hesabında da “bir (1)” sayısını ifade eder; Allah’ın sembolüdür. Gülün gülümsemesi açılmışlığını ifade eder ve onun açılmışlığı sevgilinin konuşması ile bütünleştirilir. Onun konuşması ve vahdeti kapatması koyu bir kesret içerisinde kalışını, vahdete ulaşamadığını ve sevgilinin ayrılışı neticesinde gerçek rehberini yitirmiş olduğunu, buna bağlı olarak cinnet noktasına geldiğini gösterir. Yine ikinci beyitte geçen bâde kelimesi tasavvufî açıdan düşünüldüğünde ilâhî aşkı çağrıştırmalı ve bu aşkın bir sonucu olan ruh coşkunluğunu ifadede bir araç olarak kabul edilmelidir.
Gazele hâkim olan renkler hususuna gelince; renklerin her birinin ayrı ayrı birer mesajlarının olduğu unutulmamalıdır. Örneğin kırmızı renk hayatı, siyah renk ise ölümü hatırlatmaktadır. Sevgili olmayınca âşık bağa bile bakamamaktadır. Çünkü güller ona yaşamı hatırlatmaktadır. Oysa onun gidişi ile birlikte her yer kapkaranlık olmuştur. Yani onun gidişi ile manevî bir ölüm başlamış, âşık adetâ ölmeden önce ölmüştür. “Siyah renk, canlılığın ve diğer tüm renklerin reddi anlamına gelmektedir. Bu yüzden canımızın bir şeye sıkılmış olduğu kederli ve içe kapanık zamanlarımızda “karaları bağladım” deriz. Ayrıca bu renk, ölüm gibi bilinmeyen ve gizemli olgularla ilişkilidir. Kişiliğin karanlık yönlerine olan ilgiyi ifade eder, ”(SUN; 1994: 170). “Siyah renk çoğu Batı toplumunda ölümü ve kederi sembolize eder. Bu renk, genellikle toplumu ve toplum kurallarını reddeden kişiler tarafından tercih edilir. Işığı inkar eden bir renktir,”(SUN; 1994: 169). İşte şair de canını yakan bu ayrılık neticesinde dünyaya bile meydan okumakta, kıyametin kopmasını istemektedir. “Doğrusunu söylemek gerekirse siyahın bir renk değil, daha çok bir durum belirlediğini düşünüyor ve siyahın taşıdığı anlamı iki noktada değerlendiriyorum. Birincisi; siyah, “asl’a dönüşünbir sembolüdür.
İkincisi ise; siyah; “örtü, örten, saklayan, sırlayan” anlamlarının karşılığında kullanılan esrarlı bir sözcüktür. Hatta daha da ileri giderek siyahın “Settâr”esmâsı ile örtüştüğünü ve bilinmezlik anlamında kullanılan “Gayb” hâline de işaret ettiğini söyleyebiliriz. Önce, siyâhın “asl’a dönüş” ile olan ilişkisini irdelemeye çalışalım. “Günlük hayatta çok rastladığımız bir örnek vermek gerekirse” yakılan her şeyin siyâha dönüşmesinden başlayabiliriz. Elimize bir kibrit çöpü veyâ bir kağıt parçası alıp yaktığımızda, yanarken ışık veren ve farklı renklere bürünen bu cisimin sonunda siyâha dönüştüğünü/büründüğünü görürüz. Neden siyâha da başka bir renge değil? Yakılan her cisim aslında yok olmuyor ama şimdiye kadar bizim bildiğimiz, tanıdığımız hüviyetini terk ederek başka bir boyutta ve farklı bir hüviyette varlığını devam ettiriyor. Böylece gözünüzden saklanıyor/örtünüyor. Demek ki siyâh, asl’a dönüşün bir hâlini yansıttığı gibi bir perde görevi de yerine getirerek gözümüzden bazı şeyleri gizliyor”, (ŞAHİNLER; 1999: 19). “Özetle söylemek gerekirse, bütün renklerin kaynağı siyâh renktir. Hepsi buradan doğar. Bu renkler tekrar siyâha dönecekleri zaman, beyaza doğru gider kaybolur ve aslına döner,”( ŞAHİNLER; 1999: 20). “….Hayat, iki siyâh arasında beyaz bir çizgiden ibarettir, ….“Eğer doğumumuzu düşünürsek, Kur’ân bunu bize şu âyetle anlatıyor:”…Sizi analarınızın karnında üç kat karanlıkiçinde şekilden şekile değiştirerek yaratıyor.”(Zümer/ 6) Âyetten yaşamımızın karanlık/siyâh bir yerde başladığı anlaşılıyor.