"Realizm (gerçekçilik) kavramı, "gerçekçi anlamına gelen Fransızca "realite (gerçek, gerçeklik) kelimesinden türetilmiştir. Realizmin g
"Realizm (gerçekçilik) kavramı, "gerçekçi anlamına gelen Fransızca "realite (gerçek, gerçeklik) kelimesinden türetilmiştir. Realizmin genel-kavram anlamı; "Hayatı, tabiatı, insanı ve olayları olduğu gibi anlatma, aktarma endişesi çevresinde teşekkül etmiş anlayış", realist (gerçekçi) ise, "Hayatı, tabiatı, insanı ve olayları olduğu gibi anlatma, aktarma iddiasında olan sanatkâr veya esef demektir."
Aslında "gerçek"; dolayısıyla "gerçekçilik", istisnasız bütün sanat akımlarının ana problemidir. Akımların bu problemde birbirlerinden ayrıldıkları husus, öncelikle "gerçek" in ne olup olmadığı meselesidir. Zira tarih boyunca tek bir "gerçek" tarifi üzerinde anlaşmaya varılabildiğini söylemek mümkün değildir. İkinci husus ise, "gerçeğin nasıl yansıtılacağı, yansıtılması gerektiği veya yansıtabileceği konusudur.
Bu sebeple yukarıda söz konusu ettiğimiz genel manalı bir realizm/gerçekçilik, aslında, aşağıda izah edeceğimiz XIX, yüzyıl edebî akımından çok daha önceki devirlerde de vardır. Yani, XIX. yüzyıl öncesi dönemlerde de bazı sanatkârlar, kendi inançları doğrultusunda "gerçek"i ifade etme; hayatı, tabiatı, ihsanı ve olayları olduğu gibi anlatma, aktarma endişesi içinde olmuşlar ve bu gayretlerinde de belli başarılara ulaşmışlardır. Meselâ Leonardo Vinci; "Yaptığınız resmin konu olarak aldığınız objelere tam olarak benzeyip benzemediğini anlamak istiyorsanız, bir ayna alın ve bu objelerin onda nasıl yansıdığına bakarak gördüğünüzü yaptığınız resimle karşılaştırın." der. Zira Batı sanatları Eflâtun ve Aristo’dan beri hep "gerçek" peşinde olmuş; ve onu "mimesis"(yansıtma) esasına göre anlatmaya çalışmıştır. Değişen veya tartışılan, sadece mimesis’in niteliğidir.
Bizim burada söz konusu edeceğimiz realizm, XIX. yüzyılın başından itibaren yer yer ilk belirtileri görülmeye başlayıp, yüzyılın ortalarından itibaren de prensipleri tespit edilerek sanat hayatına hâkim olan ve pozitivist felsefenin üzerine oturmuş; gerçeğin nesnel gözlemini esas alan sanat/edebiyat akımıdır. Bu akım, 1880’lerden itibaren yerini, kendinin çok açık bir devamı durumundaki natüralizme bırakacaktır. Bununla birlikte realizm, -gerçek ve bunun yansıtılmasından birtakım farklılıklar dikkate alınmak kaydıyla-, o günden bugüne hâlâ varlığını sürdüren bir sanat anlayışıdır.
REALİZMİN DOĞUŞ ZEMİNİ
Şimdi realizmin (aynı zamanda natüralizm ve parnasizm) teşekkülüne imkân veren sosyal, siyasî, ekonomik, kültürel ve felsefî zemini kısaca özetleyelim. Elbette ki, diğer akımlarda olduğu gibi, realizmin (natüralizm ve parnasizm) arkasında da, dayandığı belli bir felsefe ve epistemoloji vardır.
Fransız İhtilâli (1789), Fransız toplumunu olduğu kadar diğer Batı toplumlarını da derinden etkilemiş; özellikle sosyal ve siyasî hayatı derinden sarsmış; mevcut müessese ve değerlerin pek çoğunu hırpalarken yeni değer ve müesseselerin teşekkülüne zemin hazırlamıştır. İhtilâl sonrası Batı dünyasında, demokrasi, hürriyet, insan hakları, orta sınıfın güçlenmesi hususlarındaki gelişmelere rağmen, mezhep kavgaları, kralcı-cumhuriyetçi çekişmeleri hâlâ devam etmektedir. Nitekim, Herton ve Edwards, realizmi (natüralizm ve parnasizm), XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağı’nın iyimser idealizmi ve demokratik ideallerinin çöküşüyle ortaya çıkan ümitsizliğin mahsulü bir hayat felsefesi olarak görmektedirler.
Öte yandan XVIII. yüzyılda Aydınlanma Çağı’na girip ardından Sanayi Çağı’nın başlatan Avrupa, XIX. yüzyılda sanayileşme ve endüstrileşmede büyük gelişmeler elde etmiş; elektrik, buhar ve matbaayı bu sahanın motor gücü hâline getirmiştir. Söz konusu gelişmeler, bir taraftan toplum hayatına yeni imkân ve kolaylıklar sağlar; özellikle orta sınıfın refahını arttırırken diğer taraftan Avrupa ülkelerinin dünyanın en güçlü ekonomik ve siyasî gücü hâline gelmesine zemin hazırlamıştır. Bu durum Batı ülkelerini gerek kendi aralarında gerekse diğer dünya ülkeleriyle ekonomik güç savaşlarına ve sömürgeciliğe sürüklemiştir. İngiltere 1858’de Hindistan’ı, 1882’de Mısır’ı ele geçirerek "Güneş Batmayan İmparatorluk" hâline gelir. Fransa, Kuzey Afrika ve Uzak Doğu’ya uzanır. Bunlara Alman İmparatorluğu ve diğer Avrupa ülkeleri de eklenir. Öte taraftan ABD ve Japonya da aynı yoldadır. Ekonomik gelişmeler, materyalist düşünce ve dünya görüşünün yaygınlaşmasına zemin hazırlamış ve körüklemiştir. Aynı gelişmeler, gerek toplum katmanları gerekse milletler arası ekonomik dengeyi alt üst etmiş ve çatışmalara zemin hazırlamıştır.
Diğer taraftan yine aynı asırda bilim alanındaki gelişmeler de -hızını arttırarak- devam etmektedir. Özellikle XIX. asrın ikinci yarısı, gerek zihniyet gerekse sonuçları bakımından tam bir bilim asrı olmuştur. Bu gelişmeler, zaman içinde tabiî olarak objektifliği güçlendirmiş; objektiflik ve bilimselliğin her şeyin tek ölçüsü hâline gelmesi sonucunu doğurmuştur. Nitekim pozitivizm, böyle bir zeminde vücut bulmuştur.(…)
REALİZMİN EDEBİYATTAKİ İLKE VE NİTELİKLERİ
1. Gerçekçilik: Elbette ki, realizmin -adı üstünde- birinci ilke ve niteliği, gerçekçiliktir. Romantizmin romantikliği, idealizmi, santimantalizmi ve lirizmine tepki gösterip karşı çıkan realizm, felsefede pozitivisttir. Yukarıda belirtildiği gibi, pozitivizmin temel hareket noktası, gerçeğe ancak ve ancak bilimin emrindeki akılla ulaşılabileceği inancıydı. Üstelik bu gerçek, sadece bilimin üzerinde konuşabildiği madde ile sınırlandırılmış bir gerçektir. Realist yazarlar da böyle bir gerçeğin sanat eserine taşınması endişesi içindedirler. Bir başka ifadeyle realizm, klâsisizm gibi, akıl/sağduyu ile yetinmez; bir anlamda aklı bilimin emrine verir veya gerçeği bilimle sınırlamak ister. Bu sebeple realistler eserlerinde, romantikler gibi olağanüstülüklere, mucizelere, tesadüflere, hayalî olanlara ve soyut genellemelere yer vermezler.
Flaubert, bir mektubunda; "Olayları, bana göründükleri gibi ortaya koymakla, bana doğru görüne¬ni ifade etmekle yetiniyorum… Doğruluğu sanata sokmanın daha zamanı gelmedi mi? Tasvirin tarafsızlığı o zaman kanunun yüksekliğine ve bilimin belginliğine ulaşacaktır." der. Stendhal’e göre ise roman; "büyük bir yolun üstünde gezdirilen bir ayadır, "işte böyle, bayım! Roman büyük bir yolun üstün¬de gezdirilen bir aynadır. Kâh göklerin maviliğini yansıtır, kâh yolun çukurlarında biriken çamuru; sonra da kalkar, torbasında ayna taşıyan adamı ahlâksızlıkla suçlandırırsınız! Aynası, çamuru gösteriyor diye, aynayı suçlandırıyorsunuz! Asıl çamurlu büyük yolu, en çok da suyun birikmesine, çamur olma¬sına yol açan bayındırlık müfettişi suçlandırılmalı."
Bununla birlikte realizmin söz konusu gerçek anlayışını ve aşağıdaki gözlem ve objektiflik endişesini, bir aynanın yansıtması ile eş değer görmemek gerekir. Realist sanatkâr, gerçeğe öncelikle kendine ait bir perspektifle yaklaşacak; buna göre gerçekte birtakım seçmeler, ayıklamalar ve yeniden düzenlemeler yapacaktır. Aksi takdirde eser, bir yığın lüzumlu lüzumsuz bilgi yığını olmaktan öteye geçemeyecek; "tarih, "hatıra", "biyografi’ ve "belgesel" sınırları içinde kalacaktır. Bu noktada hatırlanması gereken bir başka husus, sanatın gerçeği ile hayatın gerçeğinin ayrı şeyler olduğu hakikatidir.
2. Gözlem: Gerçeklik endişesi, realistleri tabii olarak gözleme götürür. Zira sanatkârın masasında oturarak, hayaller kurarak toplum, insan, tabiat gerçeğinin yakalaması mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki, realist sanatkârın temel ilkesi; "Hayale kapılmamak, hakikatten ayrılmamaktır. Bu sebeple onlar dış dünyaya, topluma, insana açıktırlar. Eserlerini inandıkları gerçek anlayışına uygun bir biçimde kaleme alabilmek için lüzumlu olan malzeme, bilgi, belge toplayabilmek düşüncesiyle gözlemde bulunur, araştırıp soruşturur, bilgi ve belge toplarlar. Zira başka türlü gerçeğe ulaşmak mümkün değildir. Nitekim Tolstoy, Harp ve Sulh romanını yazabilmek için elinde haritalarla, tam iki gün at sırtında savaş alanında dolaşır. Alphonse Daudet’in günü gününe tutulmuş bir yığın defterleri vardır. Edmond de Goncourt, bir eserini yazmadan önce kadın okuyucularından, samimî itiraflarını ihtiva eden mektuplar yazmaları, hatıra defterini göndermelerini ister.
Edmond de Goncourt’un aşağıdaki cümleleri, realistlerin gerçekçilik endişelerini çok daha iyi ifade eder: "Tarih, yazılı belgelerle meydana getirildiği gibi bugünkü roman da anlatılmış veya tabiattan çıkartılmış belgelerle vücuda getirilmektedir. Tarihçiler geçmişin anlatıcıları, romancılar da bugünün anlatıcılarıdır." Gustave Flaubert, Maupassant’a bu konuda şu öğütte bulunur: "Her şey görmekten ibarettir. Görmek ama doğru görmek… Ustalarının gözüyle değil kendi gözlerinle ve doğru görebilmek için daha beklemen lâzım. Bir sanatçının orijinalliği, ‘büyük şeyler"de değil, önce ‘küçük şeyler’de görülür. Şaheserler, basit konular üzerindeki ayrıntılardan meydana gelmiştir."
3. İnsan ve Toplum: Realizmin "gerçek ve bunu elde etmek için kullanılan yöntem durumundaki "gözlem" ilkeleri, elbette ki insan ve toplum içindir. Bir başka ifadeyle, realizmde sanatın konusu ve amacı, çağdaş sosyal insan ve toplum hayatının objektif bir biçimde sanat eserine aktarılmasıdır. Bu sebeple realistler, toplumun her katmanında ve her ortamında yaşanan hayatı (sarayı, köşkü olduğu kadar herhangi bir evi, pansiyonu, kulübeyi; şehri olduğu kadar köyü), bu hayatın her türlü insanını (aristokratı, ruhbanı olduğu kadar burjuvayı, köylüyü, işçiyi) ve onların bin bir çeşit meselelerini; daha açık bir ifadeyle, güzeli olduğu kadar çirkini de ön yargısız bir biçimde tasvir etmişlerdir. Stendhal’in roman ve romancı ile ilgili yukarıdaki düşünceleri, bu hususun açık delilidir.
Bu genel görünümle birlikte, realistlerin daha ziyade orta ve alt tabakaya mensup insanlar üzerinde yoğunlaştıkları görülür. .Söz konusu yoğunlaşmada da tipleşme dikkati çeker. Tipleşen insan, kendine has karakter nitelikleriyle belirginleşmez. O, toplumun çoğunluğunu oluşturan insanlardan herhangi birisidir ve daha çok mensubu olduğu sınıfın ortak niteliklerini temsil eder. Kısacası tip; kendine has sosyal, kültürel, psikolojik ve davranış nitelikleriyle değil, mensubu bulunduğu grup veya sınıfın ortak değerleri çerçevesinde belirginleşmiş ve o grup veya sınıfın temsilcisi durumundaki insandır (öğretmen tipi, işçi tipi, köylü tipi vb.). Böyle bir insanın edebî eserde ele alınması, aynı zamanda toplumun büyük bir kesiminin anlatılması demektir. Zaten yazarın amacı da, toplumdan soyutlanmış bir insan değil, mümkün mertebe toplumu ve devri yansıtabilecek; onun çok açık bir gerçeği olabilecek insandır.
Realistler, söz konusu insanı ele alırlarken, natüralistler gibi, insan gerçeğini bilimin verileri ile sınırlamazlar. İnsanın hâldeki gerçeği kadar yakın gelecekteki ideallerine de yer verirler. "O hâlde, ger¬çekçi romanda bir yandan insanın sosyal gerçeğini olduğu gibi, öte yandan da olması gerektiği gibi temsil eden sosyal tipler vardır. (…) Gerçekçi roman, insan gerçeğini geçmişte, hâlde ve gelecekte bulmuştur. Gerçekçi roman, natüralist romanın aksine, insan tecrübesini yalnız tasvir etmekle kalmamış, aynı zamanda kuralcı bir tavırla insana norm ve idealler göstermeyi de amaç edinmiş¬tir. Bu bakımdan gerçekçi edebiyat da, klâsik edebiyat gibi, insan tecrübesinde hem normdan sapma¬ları tasvir etmiş, hem de gerçekleşebilecek idealleri vermiş, yönlendirici reformcu ve öğretici olmuştur. Bu bakımdan gerçekçiliği çağımızın klâsislzmi olarak tanımlayabiliriz."
4. Mekân/Çevre ve Tasvir: Realistlerin gerçekçilik ve bunun sonucu durumundaki gözlem endişesi, onların eserlerinde mekân unsurunun önem kazanması ve tasvir tarzı anlatımın daha yoğun bir biçimde kullanılmasına zemin hazırlamıştır. Mekân unsurunun önem kazanması, tasvirin yoğunlaşmasının bir başka sebebi, mekân/çevrenin insan ruhu üzerinde tesiri olduğu İnancıdır. Evimizdeki herhangi bir eşyadan bahçemize, bulunduğumuz şehirden içinde yaşadığımız toplumun şartlarından iklime kadar uzanan çevre/mekân, bizim karakterimizin şöyle veya böyle şekillenmesinde önemli bir tesire sahiptir. Elbette ki, söz konusu tesir, tek taraflı değil, karşılıklıdır. Yani bizim de çevre/mekân üzerinde değiştirici tesirimiz vardır. O hâlde bir insanın gerçekçi bir biçimde anlatılabilmesi için, onun dış görünüşü ve içinde yaşadığı mekân bütün ayrıntılarıyla tasvir edilmesi gerekir. Bir anlamda, dış gerçeklik, iç gerçekliğin aynasıdır. Bu sebeple realistlerin eserlerindeki uzun tasvirler, romantiklerde olduğu gibi, "tasvir için tasvir" değildir. Tasvir, o mekânda yaşayan insanın karakterini, kültürünü, ekonomik durumunu, iç dünyasını yansıtmada ciddi bir fonksiyona sahiptir. Edmond de Goncourt bu konuda şunları söyler: "Anlayışımıza göre, görülen şeylerin ve çevrelerin tasviri, romanda tasvir için tasvir yapmak değildir. Tasvir, okuyucuyu bu şeylerden ve bu çevrelerden fışkıracak heyecana elverişli belli bir çevreye götüren vasıtadır."
Bu noktada belirtilmesi gereken bir başka husus; realizmde tasvirin sübjektif değil, objektif olmasıdır. Yani mekân/çevre/dış dünya, olduğu gibi ve gerçek çizgileriyle tasvir edilir. Yazar kendi ruh hâline veya keyfine göre mekânı değiştiremez. Üstelik bu tasvir, yazarın gözüyle değil, o mekânda yaşayan veya o mekânı İlk defa gören kahramanın gözüyle yapılır. Böylece hem mekânın o insan üzerinde uyandırdığı tesirler verilmiş hem de o insanın sosyal ve ekonomik durumu, kültürü, karakteri, zevk ve eğilimleri sezdirilmiş olur.
5. Objektiflik: Realizm, sanatkârın eseri karşında objektif olmasını ister. Yazar, eserin dünyasından kendini çekmeli; olaylar, kahramanlar, mekânlar karşısında tarafsız olmalı; romanın dünyası İle kendisi arasındaki kinaye mesafesini korumalı; olayların akışını çeşitli sebeplerle kesmemeli; kendi duygu, düşünce, zevk ve tercihlerini bütünüyle eserin dışında tutmalı; bir ahlâkçı değil bir beşerî anatomist olduğunu unutmamalıdır. Onun görevi, gözlemlediği gerçeği, değiştirmeden, bozmadan, abartmadan olduğu gibi ifade etmektir. Eserin kompozisyonu, sadece mekânların seçilmesi, olayların determinizm (sebeplerin sonuçları ortaya çıkarması) ve mantığa uygun olarak düzenlenmesinden ibarettir. Nitekim Balzac, gerçek roman yazarının kendisi değil Fransız toplumu olduğu; kendisinin sadece kalemini yönlendirdiğini söyler. Söz konusu nitelik, realist romanı, geleneksel veya romantik romandan farklı kılan temel değerlerden birisidir. Objektiflik ilkesinin, toplumcu gerçekçilik anlayışında önemli ölçüde zedelendiği açıktır.
6. Vakayı Sınırlama: Tasvire verilen büyük önemin yanında realistler, roman, hikâye ve tiyatrolarının yakasındaki dramı ve vakanın eserin bütünlüğü içindeki fonksiyonunu en aza indirmeye çalışırlar.
7.- Sanat Gerçek ve Güzellik İçindir: Realizmde sanat, gerçek ve güzellik içindir. Sanata bunun dışında dinî, ahlâkî, sosyal bir fonksiyon yüklenemez. Sanatkâr, gözlemlediği gerçeği, estetik bir biçimde ifade etme amacının dışında herhangi bir amaçla kullanamaz. Bu konuda objektif olmak mecburiyetindedir. Başkaları da bu tutumu yüzünden ne sanatkârı ne de eserini tenkit edebilir. Flaubert’in şu cümleleri, söz konusu prensibi daha da netleştirecektir: "Güzel üslûpla yazan sanatçılara fikir ve ahlâk gayelerini ihmal ettikleri için çıkışıyorlar, sanki doktorun gayesi iyileştirmek, bülbülün gayesi de sadece ötmek, sanki sanatın gayesi de her şeyden önce güzellik yaratmak değilmiş gibi."
Realistlerin bu anlayışları, onların "Sanat sanat içindir." görüşünde oldukları mânâsına gelmez. Nitekim onlar böyle bir anlayışa karşıdırlar ve çok büyük ölçüde eleştirel gerçekçilik sınırları içinde kimliklerini bulurlar. "Sanatkârın pratik, yararlı, eğlendirici olmayan felsefî bir amacı vardır."
Realist sanatkâr, insanın çağdaş gerçeğini, sadece olduğu gibi anlatmak veya göstermekle yetinmez; olması gerektiği durumu da birtakım sosyal tipler vasıtasıyla vurgulamaya çalışır. Bu sebeple; "Realist eserlerden dinî, ahlâkî, sosyal bir sonuç; bir ders çıkmaz mı?" sorusuna tamamıyla "hayır" diyebilmek mümkün değildir. Mesela Madame Bovary’den her okuyucu kendi durumuna göre birtakım dersler çıkarabilir. Ancak Flaubert’in amacı bu değildir. Realist yazar, gerçeği, estetik bir biçimde sana¬tın imkânları dahilinde dile getirir. Buna rağmen eserden bunun dışında bir sonucun çıkması veya çıkarılması, sanatkârın problemi değil, okuyucunun problemidir.
Toplumcu gerçekçilerin, güzellikle-gerçeklik arasındaki dengeyi bozarak sanatı inandıkları ideoloji için kullandıkları ve onu bir vasıta hâline getirdiklerini belirtmemiz gerekir.
8. Dil ve Üslûp: Realist yazarlar -özellikle Flaubert, Goncourt Kardeşler, Daudet, Maupassant-dil, üslûp ve biçime büyük değer verirler. Zira sanatın amacı, gerçeği objektif ve estetik bir biçimde ifade etmektir. Eserin öz, biçim, dil ve üslûbu arasında ruh-beden uyumu gibi bir uyum olmalıdır.
Aşağıdaki cümlelerinde Maupassant, ustası Flaubert’in bu konudaki öğüdünü dile getirir: "Söylemek istediğimiz her ne olursa olsun, o şeyi en iyi izah edecek bir kelime, en iyi canlandıracak bir fiil, en güzel niteleyecek bir sıfat vardır. Şu hâlde, o kelimeyi, o fiili, o sıfatı bulana kadar sabırlıca aramamız lâzımdır."
Realistler, dil ve üslûp endişeleri bakımından, romantiklerin tumturaklı, sunî, süslü, savruk dil ve üslûplarına; soyut genellemelerine, alegorik ifadelerine ve sembolik düşünce biçimlerine değil, belli ölçüde klâsiklere yaklaşırlar.
Realizm, çok büyük ölçüde roman, hikâye ve tiyatro türlerinde ifadesini bulmuştur.
Stendhal (1783-1842): Fransız yazarı. Roman, hikâye, seyahat, hatıra türlerinde eserleri bulunan Stendhal’in en öneli iki romanı Kırmızı ve Siyah ile Parma Manastırı’dır.
Honore de Balzac (1799-1850): Dünya roman türünün en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen Fransız yazarı. İnsanlık Komedyası ana başlığı altında topladığı romanlarından birkaçı; Eugenie Grandet, GoriotBaba, Vadideki Zambaktır.
Prosper Merime (1803-1870): Fransız hikâye ve roman yazan. Eserleri: Colomba, Carmen, Matteo Falcone, Tamango (hikâye), Chronique du règne de Charles IX (roman).
Nikolay Gogol (1809-1852): Roman, hikâye ve tiyatro türlerinde eserler veren Rus yazarı. Önemli eserleri; Dikkanka Yakınındaki Çiftlikte Akşamlar, Mirgorod Hikâyeleri, Petesburg Hikâyeleri (hikâye), Ölü Canlar (roman), Müfettiş, Bir Evlenme, Kumarcılardır (tiyatro).
Charles Dickens (1812-1870): İngiliz yazarı. Pickwick’in Kağıtları, Oliver Twist, Antika Dükkanı, David Copperfield, Büyük Ümitler önemli romanlarıdır.(…)